hayata dair iç burkan detaylar

  • babam kemoterapi görüyor. ismini anmak istemediğim taştan ve soğuk bir hastanede. insan hastanelerden nefret eder mi? ediyor işte! nasıl oluyor, ne ara gelişiyor bu kin bilmiyorum. sadece nefret ediyorum.

    ***

    iki ay kadar önce...

    sabahın sekizinde hastaneye gidiyoruz. babam yorgun, annem bitkin, ben duygusuz. neyse işte babamı kemoterapi alacağı salona bırakıp ilaçlarını almaya gidiyorum eczaneye. döndüğümde babamın yan koltuğunda (evet sedye değil, koltukta oturarak alıyorlar kemoterapiyi) ergenliğe yeni girmiş bir genç. kafasında annesinin tülbenti, çiçekli miçekli, allı güllü böyle. yüzünde tarifsiz bir gülümseme bakınıyor. salondaki insanlar, televizyonlar, koltuklar, askılar, cihazlar hepsini merakla inceliyor. ben babamın ilaçlarını hemşireye verip, bankodan bir battaniye alıyorum. tam babamın üstüne örtecekken babam kaş göz işareti yapıyor, anlamıyorum, eliyle genci gösteriyor. bakıyorum çocuğa parmak uçlarını nefesiyle ısıtmaya çalışıyor. üşüyor belli, hatta çok üşüyor. yanında da kimse yok, muhtemelen yakını ilacını almaya gitmiş. aptallığıma kızıp çocuğun üzerine battaniyeyi örtüyorum. teşekkür ediyor çocuk, sonra gidip babama bir battaniye getiriyorum. çocuk daha bir neşeli bakıyor, daha bir merakla. babamla çocuğun arasına bir sandalye çekip oturuyorum.

    aradan ne kadar zaman geçtiğini bilmiyorum. salon her geçen dakika doluyor, tüm suratlar asık, tüm suratlar yerde. bir tek bu genç gülüyor gibi, bir tek onun umudu var sanki. biraz sonra benden en fazla üç yaş büyük bir adam geliyor. elinde ilaçlar, telaşlı, ne yapacağını bilemez gibi. bankoya gidiyor, ilaçları veriyor. dönüyor, bakınıyor, telaşla bir daha bakınıyor, bir daha, bir daha... tüm gözler ona dönmüş, yanımdaki çocuk nasıl kıkırdıyor. adamın sonunda aklına seslenmek geliyor ki "cem?" diye bağırıyor. yanımdaki genç; "baba burdayım, gel!" diyor, ama nasıl gülüyor. adam çocuğunu tanıyamamaktan mı, bağırdığından mı, çocuğunun gülmesinden mi artık nedense mahcup, kafası önünde geliyor. oğluna soruyor;

    "battaniyeyi nereden buldun oğlum?"
    cem yüzündeki gülümsemeyle beni gösteriyor,
    "bu abi getirdi baba, biraz üşüdüm de"
    "teşekkür ettin mi abine peki?"
    "etmez olur muyum baba" diyor cem.

    ben hafifçe başımı eğerek adama selam veriyor, cem'e gülümsüyorum. konuşmak istemiyorum o gün nedense. insanların öyküsünü dinlemek, onlarda umut bulmak, onlara umut vermek gelmiyor içimden. sadece serumun bitmesini, bir an önce bu iç karartan yapıdan kurtulmayı düşlüyorum. hemşire geliyor adama bir şeyler diyor, adam bana dönüyor.

    "bilader bi ilacı almamışım sanırım, eczaneye gidip gelene kadar cem'e bakar olur musun?" diyor, "olur!" diyorum sadece, adam teşekkür ediyor, tekrar teşekkür ediyor, oğlunu öpüp gidiyor. ben dalmışım yine, bir ses duyuyorum, "bakar mısınız" diyor biri, babam beni dürtüyor, bakıyorum konuşan hemşire.

    "çocuğun kolunu açmama yardım eder misiniz? " diyor, kafamla onaylayıp cem'e yaklaşıyorum. battaniyesini göğsüne kadar indirip, kazağının içinden ince kolunu çıkartıyorum. mosmor cem'in kolu, delik deşik. gülüyor ama hala hemşire serumu takarken. battaniyesini düzeltiyorum, serumun akışına bakıyorum.

    "iyi misin cem?" diyorum, sanki benim ona bir şey sormamı bekliyormuş gibi "iyiyim abi de sana bir şey sorabilir miyim?" diyor. kafamla onaylıyorum;

    "ankara hep soğuk mu böyle?" diyor, düşünüyorum, ankara olmasa da burası hep soğuk,
    "hayır, aslında kışın daha soğuk olur." diyorum, nereden geldiğini sormuyorum, biliyorum ki dünyanın en soğuk yeri burası, her yer buradan daha sıcak,

    "bu ilaçlar beni ısıtır mı abi?" diye soruyor bu sefer, aklım duruyor, nefes alışım duruyor, kemoterapi insanı ısıtır mı bilmiyorum, ne diyeceğim bilmiyorum,
    "sana daha önce kemoterapi vermediler mi?" diye cevap veriyorum soruyla;
    "verdiler ama o zaman yazdı, zaten üşümüyordum." diyor. gidiyorum, bankodan bir battaniye daha getirip üstüne örtüyorum. ince parmaklarımı avuçlarıma alıyorum, ısıtmaya çalışıyorum...

    "nasıl ısındın mı biraz olsun cem?" diyorum, "yok abi, ankara'ya geldik geleli üşüyorum." diyor. "babam ben iyileşince beni tekrar yakacık'a götürecek, bizim köyümüz hep sıcak biliyor musun?" diye ekliyor. yakacık, acaba nerenin köyü diye düşünüyorum. her köy buradan sıcaktır diyorum kendi kendime...

    cem'in babası geliyor o ara, teşekkür ediyor bana, ben ona teşekkür ediyorum. saçmalıyorum böyle anlık bir şekilde. ikimizde gülüyoruz. babama bakıyorum, uyumuş çoktan. annemi çağırıyorum salona, ben çıkıyorum, ankara'nın sokaklarına karışıyorum bir kaç saatliğine... döndüğümde cem gitmiş oluyor, babam "ne akıllı çocuk, yazık" diyor. sormuyorum yine durumunu, taksiye biniyoruz eve doğru yola çıkıyoruz.

    "baba" diyorum bir zaman sonra,
    "şu benim kitap için hani çinçin'deki anılarını anlatacaktın!",
    "yorgunum oğlum, sonra anlatayım" diyor,
    "ama baba sen diyordun ya hani, biri demiş, anı yazmak, ölümün elinden bir şey kurtarmaktır." gülüyor ince ince,
    "sen diyordun la o lafı, neydi adamın adı?"
    "andre gide."
    "anca gide doğru. bende sana gele gide anlatacam demiştim değil mi?"
    "evet baba!" diyorum, hafif somurtarak. esprinin kötü olduğunu anlamasını istiyorum.
    "tamam oğlum evde anlatayım." diyor. fazla üstelemiyorum, o yola dalıyor ben elimdeki dergiye...

    ***

    biraz önce babam aradı.

    "ne yapıyorsun la işe yaramaz!" dedi. hep öyle der zaten, üstünde durmadım. yedinci kürünü alacaktı bugün kemoterapinin, sesini kötü duymaktan da korkuyordum açıkçası, iyi oldu.
    "iyiyim baba, sen nasılsın." dedim, "bi kanser hastası ne kadar iyi olabilirse o kadar iyiyim." dedi, hafif gülerek. "sana bir şey soracağım" diye de ekledi.
    "buyur baba." dedim.
    "sen bi adamın sözünü söylüyordun ya bana, kitap için mi ne demiştin?"
    "hangi adamın baba, bin değişik şey söylemişimdir sana."
    "la bu gide gele miydi, gele gide miydi, neydi?"
    "andre gide!"
    "hah o adam. ne diyordu o?"
    "anı yazmak, ölümün elinden bir şey kurtarmaktır."
    "tamam işte, senden bir şey istiyorum."
    "buyur baba!" diyorum merakla,
    "cem'i yaz oğlum, ankara'nın cem'i nasıl üşüttüğünü yaz." diyor,
    nefesim kesiliyor, ne cevap vereceğimi bilemiyorum. sonra zorlukla;
    "olur baba." diyorum. "yazarım!"
    babam telefonu kapatıyor, ben yazmaya başlıyorum...

  • turkiye'den yunan adalarindan birine gelen kacak motordan inerken sirilsiklam olan bir aileyi calistigimiz odaya aldilar dun. birisi yasli bir anne, uc genc kadin, iki cocuk, ve bir genc adam, sonradan anlattilar, o da evin tek oglu, cocuklar buyuk ablasinin. adam uyusturucu bagimlisi oldugu icin bosanmislar.

    coculklar 5 ve 6 yaslarinda, bir kiz bir oglan, tir tir titriyorlar. hepsine ic camasirina kadar giysi bulmamiz gerekiyor. cocuklar coraplarini ayakkabilarimi cikariyorlar, cocuklara giysi ve ayakkabi hemen buluyoruz, sorun kadinlarda ozellikle yasli annede. elbise gonderenlerin arasinda onlarin giyinme stilini dusunen olmamis. yasli kadina pembe pelus bir palto buluyoruz. evet cirkin ama en azindan biraz uzun ve bol. onlari giydirmemiz cok uzun suruyor, ama sonunda eski islak elbiserini odanin artasina birakip gidiyorlar.

    ama daha sonra teker teker gelip eski islak elbiseri geri istiyorlar, elbiselerin birinin cebinde kalan bir seye ihtiyaclari var ve onu bulmalari gerekiyor. bizler bu arada nijerjali bir gurup kadin ve erkegi giydirmege calisiyoruz, oda kucuk, gelen gurup buyuk, erkeklerin ayaklarina ayakkabi bulamiyoruz, elimizdeki erkek ceketleri de onlara gore kucuk. afganistanli kadinlar aglamakli, kocaman nijerjalilarin arasindan suzuluyor, odanin arkasindaki elbiselini biraktiklari bolgeye girmeye calisiyorlar. fransiz gonullu franchie onlara kiziyor, onlari bagirarak disariya cikariyor. boyunlarini bukup geri gidiyorlar, ama bir muddet sonra gene geliyorlar. dillerini bildigim icin olmali benimle konusmak istiyorlar. yok, bulamiyoruz eski elbiselerinizi, atmis olmalilar burada degil, diyorum ama, sesim tiz mi cikiyor yoksa? kadinin yuzundeki ifade icime kaziniyor, ama yapacak birsey yok, odada bir suru islak nijeryali var, onlara kuru elbise bulmak lazim.

    herkes giydirilip gittikten sonra gene stoklama isimize donuyoruz, gelen kutulari acmak ve elbiseleri kadin, erkek, cocuk ve beden olarak ayirmak bizim isimiz. kutulardan birinden islak bir naylon torba cikiyor. ufacik. ıcinde birkac madeni para, yesil plastik bir tespih, siilerin dua ederken alinlarini dayadigi, kerbaladan geldigine inanilan kirmizimsi toprakla yapilan ufak, kenari kirik bir namaz tasi. arkadasim bu ne diyor. hemen anliyorum, o kadinlarin aradiklari bu olsa gerek diyorum. kadin herhalde giyinirken sonra alirim diye onu oraya koydu, veya baska birisi islak elbiseleri toplarken onu oraya dusurdu. aile hala disarda bekliyor, endiseli. islak plastik torbayi kapiyorum onlara gosteriyorum. bu mu kaybettiginiz? diyorum. baslarini salliyorlar, gozleri doluyor, bana sariliyorlar, sanki onlara amerika vizesi vermisim gibi mutlular. ama anliyorum, yaban ellerinde bir daha kimbilir ne zaman ellerine gececek namaz tasi ve tesbih onlari birakip gittikleri topraklara baglayan seylerin su anda en onemlisi. ve o kucucuk torbanin ne oldugunu bildigimiz, onlari anladigimiz, ve hatirladigimiz icin minnetarlar.

    bazen birilerinin seni dinlemis olmasi hayattaki en onemli sey olabiliyor.

  • bir babanın, ailesinin ihtiyaçlarıyla ilgili aciz durumda olması.

    ilk oğlum doğduğunda, 94 yılının son günüydü. beklediğimiz vakitten önce gelmişti ve apar topar özel bir kliniğe gitmiştik. günlerden cumartesiydi, cebimde 5-10 lira para vardı. önce annemleri arayıp ilk torunlarının doğduğu müjdesini verdim, sonra da durumumu söyledim. tedarikli gelmelerini istedim. "yavrum bizde de yok ama komşudan isteriz, sorun değil" dedi. normal şartlarda annemlerin parasız kalmaları gibi bir durum olağanüstü bir istisnaydı, buna denk gelmiş. hastaneye geldiler, ancak komşularından da bulamamışlar.

    hastane idaresine gittim, durumu söyledim. kartvizitimi verdim. bugünkü gibi banka kartları o vakit çok yaygın değil. para verebilecek olanlar bile 2 gün sonra diyor. dedim bana 2 gün müsade eder misiniz? muteber bir yerde, muteber bir işim var. bana "anne çıkabilir ama bebek burada misafir kalır" dediler. kafamdan aşağı kaynar sular boşaldı. eşim ve kayınvalidem, heyecanla taburcu olmak için işlemlerin bitmesini bekliyor.

    telefon rehberimi arkadaşımın arabasında unutmuştum ve ezberimde 2 numara vardı. onları aradım. bir tanesi züğürttü. ötekine izah etmeye başladım, cümlemi yarıda kesti. atla bir taksiye gel dedi. gittim, parayı aldım, ödedim ve taburcu olduk.

    ömrümden ömür giden bir gündü...

    o zamandan beri, ailesinin ihtiyaçlarıyla ilgili aciz duruma düşmüş bir baba gördüğümde yüreğim sıkışır, nabzım yükselir, nefes alıp vermem zorlaşır.

  • anlatmaya cekindim aslinda trajikomik oldugu icin; ama burada yazdigim her sey nihayetinde bir anı oluyor. yillar sonra okur da gulerim kendime. icim burkulur ya da.

    turkiye'den siktir olup gitmek eylemini basarmis biriyim. ailesine, sevdigi insanlara binlerce km uzakta yasayan biriyim ayni zamanda dolayisi ile. vatanim beni, ben de onu istemedim. uyusmadi kafamiz oldum olasi. insanlara alisamadim, hayata alisamadim, devlete alisamadim. olmadi yani. neyse uzatmayayim o kismi. yillardir da gelmedim zaten turkiye'ye.

    bir ay kadar once, sabah uyandigimda cenemde bir agri hissettim. cenemi acik sekilde yastiga mi dayadim saatlerce oyle mi uyudum acaba falan diye dusundum en basta. gecer herhalde dedim. 1-3-5 gun oldu gecmedi. dis doktoruna gideyim dedim. muhtemelen uyurken dislerini sıkmışsın, ondan olmus dedi. dis kalibimi alip bana bir plastik dislik verdi gece bunu takip uyu diye. agri azaldi ama tam kaybolmadi. sonra bir agiz cerrahina sevk etti durum boyle olunca. o da muayene etti. kavga falan mi ettin, bir yere mi carptin falan sorular gectikten sonra, tamam dedi bir sorun yok sadece cene kemigi ekleminde incime gibi bir sey var gece uyurken olmustur o kadar. size 6 seanslik bir cene masaji yaziyorum fizyoterapi olarak sonra yeniden gorusuruz dedi.

    gidip alti seansimin da tarih ve saatlerini aldim. terapistim jessica isminde biriymis. gectigimiz persembe gunu ilk seansimizdi. soru-cevap sorun analiz tedavi yontem falan faslinda sonra uzandim ve profesyonel oldugu icin normal masajdan farkli olarak muhtemelen damarlar, sinirler falan uzerinde parmak hareketleri yapiyordu cenem, yuzum, kafam bolgesine. sonra biraz daha masajvari hareketler yapmaya basladi, ben de mayistim haliyle. sonra ben bu sekilde tedavi devam ederken yanagim oksaninca duygusallastim. gozum doldu. annemi ozledim. on saniye icinde neler gecti gozumun onunden, ne kadar da muhtac oldugumu fark ettim birinin boyle yanagimi oksamasina. sanki tedavi degilde, sefkat veriyordu bana. engel de olamadim belli olmasin diye gozumu kapattim ama ne fayda. noldu dedi, agri mi var? e ne diyeyim ben simdi o an ne anlatayim kadina? evet dedim biraz acidi. kalbim acidi diyemedim tabii. ozur diledi. daha dikkatli devam etti.

  • çevrilmeyi unutulmuş takvim yaprakları.

    takvimler hep hüzünlü gelmiştir zaten bana. hep bi şeylere bakarsın, plan yaparsın, bir şeyler umut edersin gelecek günlerden. takvimler de bu planlarla, umutlarla beraber eskir. şimdilerde pek yok ama en hüzünlü olanı her güne ait bir yaprağın bulunduğu takvimler bence. geçen bi bakkala girdim sigara almak için. bakkalın arkasındaki takvim yaprağı 12 mart 2015'i gösteriyordu. dayanamayıp sordum nedenini. oğluyla beraber çalışıyorlarmış. "o çevirirdi her gün takvimi, ben unutuyorum" dedi. yurtdışına çalışmaya gitmiş oğlu. belki de gittiği tarihte bıraktı takvimi ya da bilmiyorum bakkal gayet üşengeçti de ben erkek halimle pms dönemindeydim.

    o aylardır çevrilmemiş yapraklar beni dedemin evine götürdü. dedemin yattığı odada da bu takvimlerden var. her gün üşenmeden çevirirdi o yaprakları. sayfanın arkasında yazan "bunları biliyor musunuz?" tarzı acayip bilgilerin olduğu kısmı bana okuturdu "bak bunları öğren hayat okul dersleri değil sadece. biz cahil kaldık siz öğrenin her şeyi." derdi. o gün doğan çocuklar için isim önerileri bile vardı. şimdi o takvim yerinden 1 santimetre bile oynamadan duruyor aynı odada 10 aralık 2001 tarihinde sabit. büyük ihtimal o sabah kalp krizi geçireceği elektrik faturası kuyruğuna girmek için evden çıkmadan çevirmişti takvim yaprağını. o odaya her girdiğimde, o takvimi her gördüğümde, o takvimin ölüm tarihine çevrilmiş o yaprağını görünce böyle bi darlanırım. o gün doğan çocuklara isim önerileri var yine arkasında ama o gün öleceklerle ilgili bi şey yazılmamış. kimse dokunmaz o takvime. ya korkuyoruz ya da belki tarihin hala 10 aralık 2001 olmasını istiyoruz.

    çevrilmemiş veya çevrilememiş takvim yaprakları çok hüzünlü lan. o duran yaprakla beraber duran hayatlar var belki de. çok darlandım sabah sabah neyse sahi kaç gün var daha 10 aralık 2001'e?

  • sabah işe gelirken yolda 2 çocuk el etti. durdum. gidecekleri yer benim yolumun üstüymüş, 12-13 yaşlarında ya varlar ya yoklar. biri urfalı, adı onur; diğeri çankırılı, adı fazlı.
    "gelin" dedim. koşa koşa neşeli bir şekilde arabaya bindiler. işe gidiyorlar. yolda muhabbete başladık.
    restoranda garson! olarak çalışıyorlarmış. çocuklar başka bir hizmette çalışıyorlar ama utandıkları için mi garson demeyi seçtiler kestiremedim. ben yine de her ihtimale karşı görevimi yapıp restorana, düzene, sisteme sıkı bir sövdüm.
    - "iş başı kaçta?"
    - "08:30 abi."
    - "paydos saat kaçta?"
    - "12"
    - "öğlen 12 mi olm?"
    - "yok abi, gece 12"
    - "olm 12 çok değil mi yavv."
    - "bu iyi abi, bundan önce başka yerde çalışıyorduk gece 2'yi buluyordu, hele bir de bayram arifesinde gece 3'ü 4'ü bulduğu oluyordu abi."

    çocuklar en az 15 saat çalışıp gece 12'de eve geliyorlar ve buna iyi diyorlar. hem de günlük 25 lira için. kahır mı etsem yoksa benden neşeli oldukları için imrensem mi bilemedim.

  • çalıştığım şirkette mesai bittikten sonra
    özellikle kadınlardan oluşan 20-25 kişilik bir part-time temizlik ekibi vardı.
    personel gittikten sonra akşam 19.00 gibi gelir 21.30'a kadar temizlik yaparlardı.

    bir iki gün yoğunluk dolayısıyla geç çıkmak zorunda kaldım.
    ben bilgisayarda mail yazarken ellerinde bezlerle yanımdan geçip gittiklerini gördüm.
    işe gömülmüştüm önemli bir iş vardı yetişmesi gereken.
    büfeye gidip bir kahve alayım dedim.
    o esnada o muhteşem kahkahayı duydum.
    içten gülen, kahkaha atan insanları hep sevmişimdir.
    bir anda mutluluk aşılarlar insana.
    sahibini tanısanız da tanımasanız da...

    baktım temizlikçi kadınlardan biri.
    beni görünce sıvıştı.
    çekindi herhalde.
    ülkemizde, kahkaha atan kadın imajı sonuçta pek iyi gözle bakılan bir şey değil.

    ertesi akşam bu durumun bir benzeri yaşandı.
    yine aynı kahkahayı duydum ve yine gülümsedim.
    başka bir departmandan benim gibi mesaiye kalmış bir arkadaşım vardı.
    adı esin.
    o onlarla haşır neşir oluyordu.
    kız muhabbeti yapıyorlardı.

    kahkahanın sahibini sordum ona.
    esin anlattı;
    kadın mide kanseriymiş.
    kocası bir inşaatta çalışırken düşmüş felç olmuş.
    evde yatalak durumdaymış.
    o sene üniversiteye hazırlanan bir kızı varmış.
    kadın gündüz evlere temizliğe gidiyor akşam da bizim şirkette çalışıyormuş.

    bu kadar zor durumda olan, zor günler geçiren bir kadının bu şekilde kahkaha atması
    bana çok ilginç geldi.
    aradan günler geçti.
    esin bir gün beni ve birkaç arkadaşımızı toplantıya çağırdı.
    mevzu bizim kahkaha atan temizlikçi kadınımızdı.

    kadının kızı dershaneye gidiyormuş.
    dershane parasını da kadının evine temizliğe gittiği bir avukat kadın ödüyormuş.
    ilk 2 taksiti vermiş ama sonra avukata icra gelmiş ve ortadan kaybolmuş.
    dershane de, parayı ödemezsen gelemezsin diye kıza söylemiş.

    2000 tl civarı bir şey.
    esin ve ben şirkette çalışan (göt oğlanları hariç) herkese mail atıp durumu anlattık.
    1 hafta içinde 3500 tl gibi bir para toplandı.
    dershane parası ödendi üzeri de kadına verildi.

    aradan 2-3 ay geçti.
    kahkaha atan kadına bir yerden az buçuk maaş bağlanmış ama
    sigortalı bir yerde çalışırsa alamayacak.
    şirkete demiş ki ''ben yine çalışayım ama sigortasız olur mu?''
    haliyle şirkette hayır demiş olamaz.
    sigortasız çalıştıramayız.

    o günden sonra kahkaha atan kadınla yollarımız ayrıldı.
    aradan bir süre geçti.
    şirketin balkonunda sigara molasındayım.
    telefonum çaldı.
    açtım.
    - quente bey
    - buyrun benim
    - ben gülcan
    - gülcan?
    - kahkaha atan kadın ( ama bu sefer atmadı )
    çok şaşırmıştım.
    - buyrun gülcan hanım
    kahkaha atan kadın ağlamaya başladı.
    bir süre dinledim, anlaşılmıyor.
    arada sesi gidip geliyor ağlamaktan, hıçkıra hıçkıra ağlıyor.
    - hayrola dedim dur bir nefes al.
    - quente bey, benim kızım hacettepe üniversitesini kazandı, allah sizden, esin hanımdan
    diğer arkadaşlarınızdan razı olsun ...

    boğazım düğümlendi.
    ellerim titremeye başladı.
    hayatımda hiç görmediğim bir kız üniversite kazandı diye bunlar olur mu?
    gülcan, elindeki bombayı alıp bana vermişti.
    hadi bakalım ağlama şimdi, hem de hıçkıra hıçkıra...

    edit: bu anımda bir kişinin hakkını yedim gibi geldi sanki.
    para kampanyamıza katılan tüm arkadaşlarımı hatırlamıyorum ama
    gözümün önünde olan olayı da anlatmadan geçemeyeceğim.

    kampanya başladı. esin ve ben mailleri attık.
    bir öğle yemeği çıkışı asansördeyiz.
    esin, ben, pazarlama direktörü (esin'in de patronu aynı zamanda)
    tam esin ve ben inerken.
    direktör arkamızdan seslendi.
    mail atmışsın az daha unutuyordum deyip cüzdanından bir iki yüzlük çıkardı.
    esin ve ben teşekkür ettik.
    dönerken arkamızdan bir daha seslendi.
    ''kusura bakmayın mevzu eğitimdi değil mi'' dedi.
    bir iki yüzlük daha çıkardı.
    ne güzel bir adamdı.

  • orhan abi, istanbul kıyılarındaki herhangi şarapçıdan biri. şişe toplayıp, topladığı şişe paralarıyla şarap alıyor, kısır döngü işte. annesi yatalak, hiç evlenmemiş orhan abi, annesine bakıyor, nasıl bakıyor ben de bilmiyorum. yaşadıkları ev, uzak bir akrabalarından kalmış, annesinin emekli maaşıyla yaşıyorlar. ama orhan abi'nin tek derdi, şişe toplayıp şarap içebilmek. konuşuyoruz:

    - abi, nerelesin peki?

    - istanbulluyum kardeşim, babam da burada dedem de burada doğmuş. bak baba diyince, bizim peder alemci adamdı, hayatı meyhanelerde geçti, çok güzel içerdi, zaten tarlabaşında bir otel odasında kolumda can verdi.

    - babandan bi şey kalmadı mı abi?

    orhan abi, tüm boğaz kıyılarını eliyle işaret ederek

    - şişeleri bıraktı kardeşim, tüm şişeleri bana bıraktı.

  • cam kenarındaki koltukta oturuyorum öğle vakti. hava çok sıcak. ne içsem içim soğumuyor. ara ara "babaaaa babaaaa" diye bir ses duyuyorum dışarıdan ama sıradan sokak seslerine yoruyorum. nasıl bisiklet sürdüğünü babasına göstermek için balkona çıkmasını isteyen bir kız sesi gibi. ses arttı. sahibini aradım camdan. çocuk çok. oynayanlar koşanlar bisiklete binenler...ama sesin sahibi yok. göremedim bir süre. sonra bir aracın hemen ardındaki kağıt toplama aracını farkettim.
    içinde aynı bu resimdeki gibi ama bu çocuktan 2-3 yaş daha büyükçe tahminimce 5-6 yaşlarında bir kız oturuyordu. evet bağıran oydu. bir süre camdan baktım. gelen giden yok. sokak kendi havasında. kızı bir tek ben duyuyor gibiyim.
    kızımın aldığı çikolataları sakladığı bir çekmece var mutfakta. açtım, ne varsa aldım bir poşete doldurdum. eşim de tost yapmıştı sabah kahvaltı için. biri yenmemiş, onu da aldım. gittim yanına. ağlama baban gelecek seni böyle bırakmaz dedim. poşeti koydum yanına. arabanın arkasında babası belirdi. lan dedim şimdi ya bir hır çıkaracak ya madem vicdanlısın para da ver amk o zaman diyecek diye içimden geçiriyorum. baba kızına şöyle dedi;

    "teşekkür ettin mi amcaya"

    halbu ki benim gibi adama sağlam küfür gerek.
    vicdanı soğutacak bir şey yok. soğumasın da zaten. biz hep yanalım.

  • tam 2 saattir iki kadin mermer ovuyoruz. elimizle. bol bol su. sandaletlerim islandi. olsun. bas kismini ov diyor annem. zambaklar kok salmis iyice. cok guzeller diyorum. mermeri ov diyor. ovuyorum iste anne. elimle hem de. simdi arkadaki mezarligin kenarina oturdum. yaktim bir sigara. guzelce ovdugum mermere bakiyorum bir de islak mis gibi kokan topraga.

    cok guzel oldu diyor annem. tertemiz oldu kocam. bayram temizligini de yaptik.

    "ıyi bayramlar baba, keske burada olsaydin."